Ben Allah’a(c.c.) İnanıyorum Ama Din ve Peygambere İnanmıyorum, Allah(c.c.) Kendisini Peygamber Olmadan Tanıtamaz mıydı?

HomeMakalelerİmanBen Allah’a(c.c.) İnanıyorum Ama Din ve Peygambere İnanmıyorum, Allah(c.c.) Kendisini Peygamber Olmadan...

Ben Allah’a(c.c.) İnanıyorum Ama Din ve Peygambere İnanmıyorum, Allah(c.c.) Kendisini Peygamber Olmadan Tanıtamaz mıydı?

İnsan Bunca Karışıklık İçerisinde Efendimiz’in(s.a.v.) Hak Peygamber Olduğunu Anlamak Zorunda mıdır, Anlamasa Olmaz mı? 

Peygamber Olmasa Olmaz mıydı? 

Ben Allah’a(c.c.) İnanıyorum Ama Din ve Peygambere İnanmıyorum, Allah(c.c.) Kendisini Peygamber Olmadan Tanıtamaz mıydı? 

Allah(c.c.), Kulları ile Dilediği Gibi Konuşur, Aracıya Ne Gerek Var? 

Kur’an’ın beyanına göre insan seçmek zorunda olduğu meselelerin içerisinden peygamberin mesajını seçip; “Evet Efendimiz(s.a.v.) hak peygamberdir, ben de ona tâbi olmalıyım.” demezse bunun akıbeti ahirette sonsuz bir cehennemdir. İşte bunun için Allah Resulü’nün(s.a.v.) hak peygamber olduğunu anlamak zorundayız. İyi ama bunu nasıl anlayacağız? Dilerseniz konuya birkaç soru ile giriş yapalım.  Peygamber olmasa olmaz mıydı? Ben Allah’a(c.c.) inanıyorum ama din ve peygambere inanmıyorum, Allah(c.c.) kendisini peygamber olmadan tanıtamaz mıydı? Allah(c.c.), kulları ile dilediği gibi konuşur, aracıya ne gerek var? Matematik öğrenmek için öğretmeni, ilaç kullanmak için eczacıyı, ticaret yapmak için bankacıyı aracı yapan insanlar, konu dine gelince aracıya ihtiyaç duymuyor. “Bana aklım yeter, ben aklımla doğruyu bulabilirim, bir aracının bana iletmesine gerek yok” diyor. Sözde, Allah’ı(c.c.) yücelterek: “Allah’ın(c.c.) aracıya ihtiyacı mı var?” diyor. Aracının, Allah’ın(c.c.) ihtiyacı olduğu için değil derin hikmetler için gönderildiğini aklı gözlerine indiği için idrak edemiyor.  Acaba peygamberlik şart mıydı yoksa bu insanlar haklı mı? Yoksa “Allah(c.c.) varsa peygamber vardır, hatta peygamber varsa Allah(c.c.) vardır.” iddiasında bulunan bizler mi haklıyız. Bunu anlamak için Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin yazmış olduğu delili hep birlikte okuyacağız ve tahkiki imanın şartı neymiş beraber anlayacağız.  Dilerseniz konuyu sizinle basamak basamak inceleyelim. Mesela ben bir gün size direk buji ya da şanzıman getirsem, “Bu ne işimize yarayacak?” dersiniz, arabanın bütün şablonunu görmediğiniz için parçaları size saçma gelir. Önce bütünü göreceğiz, bütün şablonu gördükten sonra parçalar bize manalı gelecek. Yalnız şablonu görmek için basamakları kaçırmamamız lazım çünkü birinci basamağa çıkmadan ikinciye geçemeyeceğiz.  İlk basamağımız kâinat, önce kâinata bakacağız.  Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor… Allah’ın(c.c.) bilerek iş yapmasının delili, hikmetle iş yapmasıdır. Mesela burnumuzu ele alalım. Acaba yerine hikmetli mi takılmış? Burnumuzu yerinden çıkarsak ne olur? Yemek yerken ki üçlü kombinasyonumuz bozulur. Zira hepimiz yemek yerken önce gözümüzle bakarız görüntüsü hoş gelirse ağzımıza yaklaştırırız. Tam o esnada burnumuzla bir ön analiz yaparız ki, bayat mı değil mi onu anlarız. Ondan sonra da ağzımıza alırız. Burnumuz bize bir ürünün bayat mı, bozuk mu, taze mi olduğunu anlatan en önemli vazifedardır. Peki o burun oraya kazara mı takılmış? Çıkarıp bakalım mı? Çıkardık burnumuzu, size soruyorum nereye takalım? Koltuk altımıza taksak olur mu? Sıkıntı olur, çoğu zaman başkasına sarıldığımızda bile tahammül edemiyoruz. O zaman ensemize takalım orada nasıl olur sizce? Ya da arka cebimize koyalım. Yok hiçbir şekilde olmuyor, nereye taksak sıkıntı çıkıyor, amacına hizmet etmiyor.  Öyleyse bizler, burnun hikmetli yaratıldığını yüzümüzde en doğru yerde olmasından anlarız. Ders anlatmak için kürsüye çıktığımda baksam ki birisi kürsüye çay koymuş. Bu çayın oraya bilerek koyulduğu nereden belli? Çünkü kasıt var, irade var, hikmet var. Belli ki ben ders anlatırken bir arkadaş boğazım kurumasın diye onu oraya bilerek koymuş. Mesela evimizin salonunda lambalar tavanda asılı. Peki neden yerde değil? Çünkü amacına orada hizmet edebiliyor. Kısacası bir şey amacına hizmet ediyor ve hikmetle iş görüyorsa bu onun bilerek yapıldığının ispatıdır. Kâinata baktığımızda her şey amacına hizmet ediyor ve hikmetle yapılmış. O zaman bilerek takılmış.  Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Kolumuzdaki saati en iyi yapan bilir ve bu saat bozulsa yapanın konuşmaya hakkı vardır. Çünkü yapan bilir ve elbette bilen konuşur. Bütün kâinat lisan-ı mahsusuyla konuşur. Sular akarak, bülbüller öterek… O halde bizler de dahil bütün kâinat konuşuyorsa kâinatı konuşturanın konuşmama ihtimali yoktur. Zira bizler konuşmayı bildiğimiz için konuşan cihazlar üretebiliriz. Görmeyi bilmeyen birisi kameranın görüntü sistemini üretemez. Madem Allah(c.c.) bütün kâinatı biliyor ve hikmetle tasarruf ettiriyor ve madem yapan bilir elbette bilen konuşur, o halde Allah(c.c.) konuşuyor.  Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Bir gün yaylaya gitsek baktık ki bir tane çoban koyun sürüsüyle geziyor. O esnada su içelim diye çeşmeye eğildik. O da ne yerde bir kitap duruyor. Bizler kitabın kimden düştüğünü öğrenmek için koyunlara mı sorarız yoksa çobana mı? Elbette çobana sorarız çünkü koyun bizim muhatabımız değil. Zira şuurlu birisi ancak şuurlu birisiyle konuşur. Madem Allah(c.c.) konuşacak o halde ona muhatap, anlayan şuurlu biriyle konuşacak.   Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuur-u küllî olan insan nev’iyle konuşacaktır. Allah Azze ve Celle bu kadar çeşit içinde neden bizle konuşuyor, diğerleri ile konuşsa olmaz mıydı?  Bizler hastalandığımız için Allah’ın(c.c.) Şafi ismini, acıktığımız için Allah’ın(c.c.) Rezzak ismini biliriz ve bu şekilde terakki ederiz. Ama onlarda böyle bir hal olmadığından Allah’ın(c.c.) esmalarını anlamazlar. Onların şeytanı olmadığından onlarda terakkiyat yoktur. Buna binaen şeytan bizimle uğraştığından, Allah’ın(c.c.) birçok esması bize açıldığından ve Allah’ın(c.c.) sanatını en çok biz okuyabildiğimizden dolayı diğer zîşuur mevcudat içerisinde Allah(c.c.) en çok bizimle konuşacak ve konuştuğu bu insan zümresine şuur-u külli denilecektir. Yoksa hayvanlarda da bir şuur var ama onlardaki cüzi. Koyun o şuurla ota, arı peteğine gider ama şuur-u külli insanda olduğundan Allah(c.c.) insanla konuşur.  Madem insan nev’iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Kabil-i hitap “muhatap” demektir. Cumhurbaşkanı Mersin’e gelse vali ile konuşur. Çünkü onun dediklerini anlayacak muhatap odur. Öğretmen, sınıfın ahvalini biriyle konuşacak olsa, sınıf başkanı ile konuşur. Çünkü sınıfı temsil eden odur. Cumhurbaşkanlık makamı varsa onun muhatabı olan valilik makamı olmak zorundadır. Öğretmenlik makamı varsa onun dilinden anlayacak öğrencilik makamı olmak zorundadır.  Kâinatı yaratan Allah Azze ve Celle de kâinat dairesinin reisi ve tüm insanlığın temsilcisi olan Efendimiz(s.a.v.) ile konuşur. Demek ki Allah Azze ve Celle’nin Uluhiyet makamı varsa onun dediklerini en ciddi manada, bitamamiye okuyup anlayabilecek peygamberlik makamı olmak zorundadır.  İnsanın kulluğu, Allah’ın(c.c.) terbiye ediciliği ile ortaya çıkar. İki tane daire vardır. Bunlardan birisi rububiyet diğeri ubudiyet dairesidir. Rubûbiyet dairesi elindeki güzel sanatların sergisini açar, onları boyayarak o sergide teşhir eder. Onun müşterisi de ubudiyet dairesidir. Gelir, o sergiden nimetleri alır; sanat eserlerini okur. Bu iki daire birbirini gerektirmektedir. Yani rububiyet varsa ubudiyet kesin vardır, ubudiyet varsa rububiyet kesin vardır.  Mesela bir tane yumurta alınıyor, tavus kuşunun altına konuluyor, bir yumurtadan 4000 tane renge sahip bir tavus kuşu çıkıyor. İşte bu yumurtayı bu şekilde terbiye eden rububiyet dairesi, o terbiyeyi okuyup hayret eden ise ubudiyet dairesidir. Demek ki rububiyet dairesi terbiye edecek, ubudiyet dairesi de bu terbiyeyi okuyacaktır. Zira böyle derin sanatlar varsa ve rububiyet dairesi sergide bu kadar sanatları açmışsa bunu en ince ayrıntısına kadar okuyacak muhatap olmak zorundadır. Önce muhatap olur, ondan sonra kitap yazılır. Önce muhatap gelir, ondan sonra et terbiye edilir. Yani önce Alemlerin Sultanı vardı, ondan sonra Allah(c.c.) muhatap olalım diye kâinatı yarattı.  Rububiyet dairesi, sanatını ve terbiye ettiklerini sergiliyor. Ubudiyet dairesi, o sanattaki sergilenenleri okuyor ama bu sergilenenlerin tamamını okumaya kabil birisi olmak zorundadır. İşte o zat ubudiyet dairesinin tamamını temsil etmek için var olan Efendimiz Muhammed Mustafa’dır.(s.a.v.)  Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri: “Evet, şöyle müzeyyen bir kâinatın öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünkü nasıl güneş ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de Ulûhiyet de peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.” diyor. Zira bizler, nasıl güneş var ama ışığı yoktur diyemeyiz. Çünkü güneşin var olduğunu ışığından anlarız. Aynı şekilde Allah Azze ve Celle’nin olduğunu da peygamberlik delilinden anlarız. Işık güneşe ne kadar lazım ve elzemse Efendimiz(s.a.v.) de Allah’ın(c.c.) varlık deliline o kadar lazım ve elzemdir. 

Yazar : Mehmet Yıldız

EN ÇOK OKUNANLAR

SON EKLENENLER

BENZER MAKALELER