HİLFÜ’L-FUDÛL MADDELERİ NELERDİR?
HİLFÜ’L-FUDÛL, NÜBÜVVETTEN SONRA NEDEN DEVAM ETMEMİŞTİR?
Bütün cahil toplumlar gibi İslâm öncesi Arap toplumu da güç sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın çokça yer aldığı bir toplumdur. Fil olayının yirminci yılında “Ficâr Savaşı” olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke’de yabancı ve koruyucusuz kimselerin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştır. O dönemler yabancı tacirlerin malları alınır ama parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla ellerinden alınır ve kimsenin feryadına kulak asılmazdı. Böyle bir ortamda Yemen Zebîd kabilesinden bir adam Mekke’ye, satmak için bir deve yükü mal getirmişti. Mekke’nin ileri gelenlerinden Âs b. Vail, Zebidî’nin mallarını almış fakat parasını ödememişti.
Zebidî parasını almak için Mekke’nin güçlü ailelerine başvurduysa da bir sonuç alamamıştı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana onu aşağılayarak kovmuşlardı. Bunun üzerine uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebû Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına: “Ey Fihr halkı!” hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. O haykırışı duyan Efendimiz’in(s.a.v.) amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmaması için girişimlerde bulundu ve kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğulları’nın ileri gelenleri ile Mekke’nin zengin ve saygıdeğer adamlarından Abdullah b. Cud’an’ın evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden sonra Mekke’de yabancı veya yerli hiçbir kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda şu kararları aldılar:
- Kim olursa olsun mazlumsa, hakkı gasp edilmişse onun yanında yer alacağız.
- Mazlumun yanında zalimin karşısında yer alacağız.
- Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir Dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe’ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar sözümüzde sadık kalacağız.
Hz. Ebû Bekir(r.a.), Efendimiz’den(s.a.v.) iki yıl sonra dünyaya gelmişti ve ikisi çocukluktan itibaren birbirlerini tanıyorlardı. Ama ilk sıcak buluşmaları Efendimiz(s.a.v.) yirmi yaşlarında, Hz. Ebû Bekir(r.a.) ise on sekiz yaşlarında iken Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) babasının amcaoğlu sayılan cömertliği ile meşhur Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde yapılan erdemliler hareketi Hilfü’l-Fudûl’da olmuştu.
Allah Resûlü(s.a.v.) başka bir zaman bu sözleşme hakkında şöyle demişti: “Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde yapılan andda ben de bulundum. Bence o and, kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teymoğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim.”
Peki, bu antlaşma İslâm döneminde neden devam etmedi, Efendimiz(s.a.v.) peygamberliği döneminde neden kimseyi oraya davet etmedi? Çünkü İslâm dini geldikten sonra ondan daha üstün bir hukuk ve adalete ihtiyaç kalmamıştı. Ne aranırsa tamamı İslâm’ın içinde vardı. Her Müslüman orada yazan maddeleri dinin gereği olarak zaten gerçekleştirmeliydi. Zira adalet, bu dinin en temelinde yer almaktaydı.
Tevhid, kişinin Allah ile olan hukukunu tanzim eder. Adalet ise kişinin başkaları ile olan hukukunu düzenler. Yani İslâm ağacının kökü tevhid ise meyvesi adalettir. Bizler eğer insanlığa adalet ile bir mesaj sunabilirsek, bu mesaj insanları yeniden tevhide taşıyacaktır. Zira İslâm’da konu mazlum veya zalim ise burada dinin, dilin, ırkın, rengin veya cinsiyetin hiçbir önemi yoktur. Çünkü adalet İslâm’ın temsil edilebileceği en mühim kıyafetlerden bir tanesidir. Efendimiz(s.a.v.) ile Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) o genç yaşlarında “Hifü-l Fudûl” denilen şerefli sözleşmeye üye olmaları bunun en büyük delillerinden birisidir.
Yazar : Mehmet Yıldız