İLK EZANI KİM OKUDU? EZANI RÜYASINDA GÖREN SAHABE KİMDİR? MUHADDESUN NE DEMEKTİR?
Mekke’de Müslümanlar ibadetlerini gizli yaptıklarından orada namaza açıktan davet etmek gibi bir durum söz konusu değildi. Ancak Medine’ye hicretten sonra durum tamamıyla değişmişti. Orada dinî serbestiyet vardı ve Müslümanlar rahatlıkla ibadetlerini yerine getirebiliyorlardı. Mescid-i Nebevî inşâ edilmiş fakat Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz belirlenmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyor, namazlarını vakit girince edâ ediyorlardı. (Sîre, 2/154; Buhârî, 1/114)
Bunun üzerine Efendimiz(s.a.v.) bir gün Ashâb-ı Kirâmı toplayarak kendileriyle nasıl bir dâvet şekli tesbit etmeleri gerektiği hususunda istişâre etti. Sahâbîlerin bazıları, Hristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahûdiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsilerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılıp, yüksek bir yere götürülmesini teklif etti. Efendimiz(s.a.v.), bu tekliflerin hiçbirini beğenmedi. (Buhârî, 2/3; Ebû Dâvûd, 1/134) O sırada Hz. Ömer(r.a.) söz aldı: “Yâ Resûlallah(s.a.v.)! Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?” diye sordu. Efendimiz o anda Hz. Ömer’in(r.a.) teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl’e(r.a.), “Kalk yâ Bîlâl, namaz için seslen.” diye emretti. Bunun üzerine Hz. Bilal(r.a.) bir müddet Medine sokaklarında, “Esselâ, Esselâ (Buyurun namaza! Buyurun namaza!)” diye seslenerek, Müslümanları namaza çağırmaya başladı. (Buhârî, 1/114)
Aradan fazla bir zaman geçmeden ashâbdan Abdullah bin Zeyd(r.a.) bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bugünkü ezân şekli kendisine öğretildi. Hz. Abdullah(r.a.) sabah uyanır uyanmaz sevinç içinde gelip, rüyâsını Efendimiz’e(s.a.v.) anlattı. Efendimiz(s.a.v.) de, “İnşallah bu gerçek bir rüyâdır.” buyurarak dâvetin bu şeklini onayladı. (Sîre, 2/155; Müsned, 4/43)
Hz. Abdullah(r.a.), Efendimiz’in(s.a.v.) emriyle ezan şeklini Hz. Bilâl’e(r.a.) öğretti. Bundan sonra Hz. Bilâl(r.a.), yüksek ve gür sadasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı:
“Allahü ekber, Allahü ekber!
Allahü ekber, Allahü ekber!”
“Eşhedü en lâilâhe illallah!
Eşhedü en lâilâhe illallah!”
“Eşhedü enne Muhammede’r-resûlullah!
Eşhedü enne Muhammede’r-resûlullah!”
“Hayye âle’s-salâh, Hayye âle’s-salâh!
Hayye âle’l felâh, Hayye âle’l felâh!”
“Allahü ekber, Allahü ekber!
Lâilâhe illallah!”
Medine sokaklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer(r.a.), heyecan içinde evinden çıkarak Efendimiz’in(s.a.v.) huzuruna vardı. Durumu öğrenince, “Yâ Resûlallah(s.a.v.)! Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, Abdullah’ın gördüğünün aynısını ben de görmüştüm.” dedi. Biraz sonra birkaç kişi daha geldi, aynı rüyâyı gördüklerini söylediler. Efendimiz(s.a.v.) ise birkaç kişinin aynı rüyayı görmesinden dolayı Allah’a hamd etti. (Sîre, 2/155; Ebû Dâvûd, 1/117.)
Efendimiz(s.a.v.) bir hadis-i şerifinde: “Şüphesiz sizden önceki ümmetlerde muhaddesûn (ilhama mazhar) denilen kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde de ilhama mazhar bir tek kişi varsa, şüphesiz o Ömer(r.a.)’dir.” (Buhârî, Fedâilus-sahâbe, 6; Enbiya, 54; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 23) buyurmuştur. Muhaddis konuşan; muhaddes de kendisi ile konuşulan, ona ilham gelen demektir ve Hz. Ömer(r.a.) bu ve benzeri olaylarda ümmetin içerisinde ilhama mazhar kişilerden olmuştur.
Peki, Hz. Ömer’in(r.a.) bütün hayatı böyle mi geçmiştir? Hayır, bazen de perde kapanmış ve aynı Ömer(r.a.) Hudeybiye’de “Böyle fetih mi olur?” diyerek direnmiştir. Hicretin altıncı yılında Müslümanlar Kâbe’ye girecekken müşrikler izin vermeyince “Hudeybiye” adında bir barış antlaşması imzalanmıştır. O antlaşmaya göre de Müslümanların o gün Umre veya Hac yapmayıp geri dönmesi kararı alınmıştır.
Kendi âleminde, böylesine ağır şartlara evet demenin bir türlü izahını bulamayan Hz. Ömer(r.a.), huzura varmadan edememiş ve Efendimiz’e(s.a.v.): “Sen Allah’ın (r.a.) hak peygamberi değil misin?” diye sormuştur. Efendimiz(s.a.v.), “Evet, ben Allah’ın(c.c.) peygamberiyim.” buyurmuş, sonra da aralarında şöyle bir konuşma hasıl olmuştur:
“Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?”
“Evet, öyledir.”
“Bu halde dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?”
“Ey Hattab’ın oğlu, ben Allah’ın(c.c.) kulu ve Resûlüyüm. Allah’ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muâhede maddelerini kabul etmekle de Allah’a isyan etmiş değilim. O(c.c.), beni hiçbir zaman zarara uğratmayacaktır.”
“Sen bize Allah’ın nusret buyuracağını, gidip Kâbe’yi hep beraber tavaf edeceğimizi vaad etmiş değil miydin?”
“Evet, vaad etmiştim. Ancak, bu yıl gidip tavaf edeceğimizi söylemiş miydim?”
“Hayır!”
“O halde tekrar ediyorum: Sen muhakkak Mekke’ye gidecek ve Kâbe’yi tavaf edeceksin.” (Sîre, 3:331; Müsned, 4:330; Müslim, 3:1412.)
Hz. Ömer(r.a.), buna rağmen iç âleminde kabarmış duygularını teskin edememiş ve bu sefer Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) yanına gitmiştir. Onunla da aralarında şu konuşma gerçekleşmiştir:
“Ey Ebû Bekir, bu Zât(s.a.v.), Allah’ın(c.c.) hak peygamberi değil midir?”
“Evet, o Allah’ın(c.c.) hak peygamberidir.”
“Peki biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız ise bâtıl üzere değiller mi?”
“Evet, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise bâtıl üzeredirler!”
“O halde, dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?”
“Ey Ömer! O(s.a.v.), Allah’ın Resûlüdür(s.a.v.). Bu muâhedeyi yapmakta Rabbi’ne(c.c.) asî olmuş değildir. Allah(c.c.) onun yardımcısıdır. Sen, O’nun(s.a.v.) emrine itaat et!”
“O(s.a.v.), bize Medine’de; ‘Beyt-i Şerife varacağız, tavaf edeceğiz.’ demedi mi?”
“Eve ama sana ‘Beytullah’a bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin.’ diye mi haber verdi?”
“Hayır!”
“Sen, muhakkak yakın bir zamanda Beytullah’a gidecek ve onu tavaf edeceksin.” dedi. (Sîre, 3:331; Müsned, 4:330; Müslim, 3:1412.)
Yaşanan bu hadise üzerine Fetih sûresinden “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.” âyeti inmiş ve bu âyetten sonra Hz. Ömer(r.a.) ömür boyu o söylediklerinin hacâletini içinde taşıdığını söylemiştir.
Hz. Ömer(r.a.), o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedâmeti bizlere şöyle anlatmıştır: “Ben, hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygamber’e(s.a.v.) hiçbir zaman başvurmadığım bir biçimde başvurmuştum. Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların yanına varırdım. Nihâyet, Allah Teâla(c.c.) işin sonunu hayır ve rahmet kıldı. Resûlullah(s.a.v.) ise işin böyle olacağını çok iyi biliyordu. O gün, Resûlullah’a(s.a.v.) karşı sarf etmiş olduğum sözlerimden duyduğum korkudan dolayı, neticenin hayır olmasını ümit ederek oruçlar tutmaktan, sadakalar vermekten, namazlar kılmaktan ve köleler azâd etmekten geri durmadım.” (Ravdü’l-Ünf, 6:490; Uyunü’l-Eser, 2:119)
Hudeybiye’deki o zorlu antlaşma sürecinden çok kısa bir süre sonra o zamana kadar iman edenlerin iki katı kadar kişi iman etmiştir ve Hz. Ömer(r.a.), Hudeybiye’nin müspet sonuçlarını ancak zamanı geldiğinde görmüştür. Demek ki bazı hadiselerde ilhama mazhar olan Hz. Ömer(r.a.) burada mazhar olamamıştır.
Hz. Ömer’in(r.a.) bu hali şu misale benzer; Hz. Yakup’tan sorulmuş ki, “Niçin Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de yakınında bulunan Kenan Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.” (Mektubat-RNK)
Yazar : Mehmet Yıldız