Her şeyi kaderin ayarlıyor olması benim hürriyetimi kısıtlıyor, kalbime bir ağırlık veriyor. Acaba tüm bunlar kaderin değil de benim elimde olsaydı daha hür olmaz mıydım?
Mevcudatta bulunan her şey; ben, sen, tüm insanlar, yeryüzü, gökyüzü, galaksiler, havadaki moleküller, yerçekimi, momentum gibi kâinatta var olan tüm varlıklar veya kanunlar, hepsi kaderin elindedir. Biz bu çerçevede yaptığımız tüm amellerden mesulüz kabul ama “Acaba tüm bunlar kaderin değil de benim elimde olsaydı daha hür olmaz mıydım? Yani alacağım nefesteki oksijen oranımı da dünyanın güneş etrafında kaç km hızla döneceğini de ben ayarlasaydım sanki daha rahat edecektim. Her şeyi kaderin ayarlıyor olması benim hürriyetimi kısıtlıyor, kalbime bir ağırlık veriyor.” diye düşünen bir zümre var. Gerçekten de kirpiklerinizin, boyunuzun uzunluğunu, gözlerinizin rengini, kilonuzu, nefes alırken ciğerlerinize yüzde kaç oranında oksijen çekeceğinizi, nefes verirken yüzde kaç oranında karbon dioksit vereceğinizi kendiniz ayarlasanız, daha mı hür olurdunuz? Gelin birlikte bakalım. Said Nursi Hazretleri böyle bir düşünce ile karşısına gelen zümreye bu seçimlerin bize ait olmamasını “Kat’a ve asla! Sıkıntı vermediği gibi nihayetsiz bir hafiflik, bir rahatlık, güven ve nur veriyor.” şeklinde yanıtlamıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin bahsettiği bu nurun nasıl bir nur olduğunu anlamak için önce yeryüzünün halifesi ve hamisi olan insan üzerindeki örneklere bakalım. Sonra da yönümüzü kâinat kitabına çevirelim. İnsan dediğinizde akla ilk gelen isim şüphesiz insanların, hatta insanlığın en yücesi olan Efendimiz Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Kâinatın Efendisi kadere iman etmenin ve Allah’ın davasını yürütmenin vereceği huzura o kadar çok inanmış, o kadar çok güvenmiştir ki, etrafındaki düşmanları Efendimiz ’den (s.a.v.) çok korkmuşlar ve bir gün O’na (s.a.v.) gelip “Ya Muhammed! Derdin makamsa söyle, sana Mekke’nin en büyük reisliğini verelim. Yok, şayet derdin kadınsa, Mekke’nin en varlıklı ailelerinin en güzel kızlarını sana hanım tayin edelim. Söyle Ey Muhammed! Derdin nedir? Söyle ki biz de seninle o noktada mutabık kalalım.” demişlerdir. İmanın ve Allah’ın davasının, sunacakları her şeyden daha çok mutluluk vereceğine sonuna kadar iman eden Kâinatın Efendisi (s.a.v.) kendisine gelen bu teklifleri “Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz, ben yine de bu davadan vazgeçmem!” diyerek yanıtlamıştır. Bu cevabı ancak ve ancak kaderin kendisine biçtiği rolü tam anlamıyla idrak etmiş ve o kadere iman etmiş kararlı bir insan verebilir. Demek kadere iman, insandan bedel olarak kararlılık ister. Peki kader bizden böyle bir kararlılık isterken, bizler nasıl oluyor da bu kitapları sahabelerden daha çok okumamıza rağmen, canımıza tak ettiği anda kaderin bize biçtiği rolden kaçabilecek veya şikâyet edebilecek bir noktaya gelebiliyoruz. İşte onların bu davadan hangi şartlar altında olursa olsun dönmemelerinin sebebi, kaderin sıkıntı değil aksine inşirah veren bir olgu olduğunu bilmeleri, bizlerin en ufak bir sıkıntıda kaçmamızın sebebi ise, bu manayı hakkıyla idrak edemeyişimizdir. Yeterince anlayamadığımız için geçici lezzetlere, zevklere kaçıp asıl lezzet verenin kadere tam iman olduğunu unutuyoruz. Sonra hem dünyada hem de ahirette sürekli kabz halinde bulunan bir kalple ortada kalıyoruz. İnsanın ruhuna inşirah ferahlığı verip o ruhu kararlı hale getiren kadere olan imanıdır. Kadere tam bu ölçülerle iman etmiş bir insanın özelliği aynı şu örnekteki gibidir. Bir tiyatrodayız, sizler seyircisiniz ve ben de sahnedeki oyuncuyum. Sizler para vererek benim sahne performansımı, size sunacaklarımı izlemeye geliyorsunuz. Tiyatro sahnesinde oyunumu sergileyen ben, bir anda cebimden silahımı çıkarsam ve alnınıza dayayıp “Seni öldüreceğim!” desem ne yaparsınız? Elimdeki şey silah bile olsa gülersiniz değil mi? Peki, neden gülersiniz? Çünkü sahnede oyununu sergileyen oyuncunun, arkada yazılmış senaryo metnine uygun davranacağından eminsinizdir. Peki, soruyorum size. Kadere imanın bundan ne farkı var? Sana biçilen rolün bundan ne farkı var? Bir gün başına kötü bir hal geldiğinde, o hali oluşturan unsurun, aynı o senaryo metnine uyan oyuncu gibi kader kitabına uyduğuna emin olmanın bundan ne farkı var? İnsan nasıl ki o tiyatro sahnesinde başına silah dayama hadisesine gülerse, kadere iman eden insan da başına gelen kötü olaylarda aynı bu örnekteki gibi emniyetli bir kalple kadere teslim olur ve güler. Şimdi gelelim kâinat kitabında bu durumun var olma şekline. Şu an içinde bulunduğunuz odanın içerisinde %78 azot, %21 oksijen ve %1 diğer gazlar bulunur. Oksijenli solunum dediğimiz nefes alıp verme işleminde, nefes alırken saf oksijeni alıp verirken karbonu dışarı atma işini kader değil de kendiniz yapacak olsaydınız, bir daha yemek yemeye bile vakit bulamazdınız. Çünkü her an bunu düşünmek zorunda kalırdınız. Bubasit örnekte bile anladık ki, kadere teslim olan insan sıkıntıda kalmaz, aksine huzur içinde bulunur. Bazen bir gurme gibi dışarı çıkar yeni yeni tatlar deneriz ve gittiğimiz restoranda şefin önerilerine uyarak o restorana ait bütün lezzetleri deneriz. Hatta şefin önerdiği bütün lezzetleri denedikten sonra üstüne bir de tatlı yeriz. Peki size bir soru. Ağız değirmeninizden onlarca çeşit farklı ürün geçip her şey birbiri ile ala bula olmuşken, midenizin de ala bula olması gerekmez mi? Az önce onlarca çeşit yemek yediniz, hepsi birbirine karıştı. Tam bu arada kulağımıza ve gözünüze de ayrı bir şeyler lazım oldu. Kulağınızın ve gözünüzün ihtiyacı olan şeyler bunca karışıklığın içinden nasıl gideceği yeri bulacak? Yolunu şaşırmaz mı? Eğer kalsiyum yolunu şaşırsa ve dişiniz yerine gözünüze gitse bundan sonra taş gibi bir gözünüz olurdu. Yahut fosfor gözünüz yerine dişinize gitse bebek ağzı gibi ağzınız olurdu. Tantuniyi bile yiyemezdiniz. Çünkü artık kalsiyumla beslenmiş, ısırdığını koparacak sert bir dişiniz yok. Şefin önerileri içerisinden onlarca ürünü tadarken bu ince mizan nasıl sağlanır? Nasıl hiçbir şey yolunu şaşırmaz da her şey bir düzen içinde gideceğe yere varır? İşte, tam olarak kadere teslimiyetle… Kalsiyum, fosfor, magnezyum gibi tüm maddelerin nereye ne kadar gideceğinin belirlenmesine kader, bu miktarlara teslim olmanın adına ise kadere iman denir. Uyurken kendinizi kime teslim ediyorsunuz? Ya uyanamazsam diye hiç mi korkmuyorsunuz? Madem her şey sizin elinizde, sizin iradenizde ve madem her şey sizin kudretinizle dönüyor ve kör bir tesadüf var. O halde nasıl bu kadar rahat bir şekilde uyuyabiliyorsunuz? Uykularınızın kaçması yahut uyumamak için bir yol bulmanız gerekmez mi? Yol bulmayı da bırakın direkt ben bundan sonra uyumayacağım, diye uyumasanıza. Nasıl olsa her şey benim elimde demiyor musunuz? Hâlbuki benim, “ben” diyebilmem için bile önce, beni ben yapmam gerekiyor! Siz bu kısmı es geçiyorsunuz ve ne kadar artistlik varsa hepsini imalattan çıktıktan sonra yapıyorsunuz. Çünkü öncesine güç yetiremeyeceğinizi biliyorsunuz. Her an hayatta kalmak, her an ölmekten çok daha zordur. Ölmek için silahı kafanıza dayayıp tek bir kurşun sıkmanız yeterli iken, hayatta kalmanız için trilyonlarca parametrenin her an her saniye düzenli bir şekilde çalışması gerekir. Peki kadere teslim olmazsam daha rahat ederim diye düşünen insan, hayata devam ederken kendini kime teslim ediyor? Neden her an ölebilirim diye anbean korku içinde yaşamıyor? Nasıl bu kadar rahat yürüyebiliyor? Tespih taneleri gibi dönen gezegenlerin başına yıkılmayacağının garantisini ona kim veriyor? O kişi ne kadar kader beni sıkıyor, seçim hürriyetimi elimden alıyor, diye düşünse de aksine kadere iman ona bir eminlik, bir hafiflik veriyor. Zira herkes bir cihette kendini kadere mecburen teslim ediyor. İşte bunu şuurlu yapmanın adına ise kadere iman deniyor. İnsandaki manevi sıkıntıların hepsi, maddi problemlerden kaynaklanıyor. Tabi burada demek istediğim maddi problem, maddenin arkasındaki manayı görememek, yani her şeye göründüğü gibi değer vererek meselelere bakıyoruz. Dolayısıyla kâinat kitabını okumayı bilmeyen insan, manevi huzuru da bulamıyor ve maalesef “Bütün bunlara hâkim olan Allah, beni hiç bırakır mı?” bilincini de kendinde oluşturamıyor. Kadere iman o kadar lezzetli ve saadetlidir ki, şu temsille o lezzete ve saadete bir işaret edelim. İki adam bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın hayret ve şaşırtıcı güzellikteki sarayına girerler. Biri padişahı bilmez, o sarayı hırsızlıkla, zorla ele geçirip kendine yurt edinmek ister. Fakat o bahçede, o sarayın gerektirdiği idare ve gelirleri sağlamak, makineleri işlettirmek ve hayvanların erzakını temin etmek gibi zahmetli zorlukları görür, sürekli olarak ıstırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına adeta bir cehennem olur. Her şeye acır, hiçbir şeyi idare edemez, sürekli üzüntüyle vaktini geçirir. Sonra da o hırsız, edepsiz adam, cezalandırılmak için hapse atılır. İkinci adam padişahı tanır, kendini padişaha misafir bilir. O bahçede, o sarayda olan bütün işlerin bir kanun ile meydana geldiğini bilir, her şeyin bir programla, tam bir kolaylıkla işlediğine tam itimat eder. Zahmet ve zorlukları padişahın kanununa bırakıp tam bir huzur ile o cennet misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade eder, padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine dayanarak her şeyi hoş görür, büyük bir saadetle hayatını geçirir. Bu temsilî hikâyedeki birinci insan, her şey benim elimde olsun diyen insanken, ikinci insan kadere iman edip, tüm kederlerden emin olan insandır. Bu insan su içerken acaba bitecek mi, karpuz yerken bunun devamı gelecek mi, nefes alırken ya oksijen kalmazsa diye türlü sıkıntılara girmez. Çiğköfte yerken ya yeryüzündeki bulgurlar biterse diye endişeye düşmez. Çünkü kadere iman etmiştir. Bilir ki suyu da oksijeni de, bulguru da, yağmuru da, kâinatta olan her şeyi idare eden bir Zat vardır. İşte bu bilinç onu rahata kavuşturur. İşte bu bilinç onun emniyet ve huzur içinde, tüm bu nimetlerin keyfini sürmesine senet olur.
Yazar : Mehmet Yıldız