Müslümanın Borcu Olur mu? – Efendimiz(s.a.v.)  Borcu Olan Müslümanın Cenaze Namazını Kıldırmamış mıdır?

HomeMakalelerFıkıhMüslümanın Borcu Olur mu? – Efendimiz(s.a.v.)  Borcu Olan Müslümanın Cenaze Namazını Kıldırmamış...

Müslümanın Borcu Olur mu? – Efendimiz(s.a.v.)  Borcu Olan Müslümanın Cenaze Namazını Kıldırmamış mıdır?

Müslümanın Ticaret Ahlakı Nasıl Olmalı? 

İyi Tüccar Nasıl Olmalıdır? 

Efendimiz(s.a.v.)  Medine’ye Hicret Ettikten Sonra Ne Gibi Faaliyetlerde Bulunmuştur? 

Müslümanın Borcu Olur mu? 

Efendimiz(s.a.v.)  Borcu Olan Müslümanın Cenaze Namazını Kıldırmamış mıdır?

 Hilfü’l Fudul (Faziletli Sözleşme, Erdemliler Hareketi) 

Hanefi mezhebinin bir diğer ismi de şûra mezhebidir. Çünkü İmam ebu Hanefi bütün naslara talebeleriyle yaptığı müzakereler sonucunda ulaşmıştır. Bizlerin bugün gönül rahatlığıyla şöyle olduğunda abdest kabul olur, böyle olduğunda abdest bozulur diye ezbere bildiğimiz hükümlerin her birisi sabahlara kadar talebelerle müzakereler sonucu elde edilmiş ve o müzakereler topluma tebliğ edildiğinde dışarda sevinçten Allahu Ekber nidaları gelmiş.  Bir gün ebu Hanefi ve talebeleri, Efendimiz’in(s.a.v.) bir hadisi hakkında müzakereye başlarlar. “Kim musarra bir koyun almışsa muhayyerlik hakkı vardır.” Musarra birkaç gün sağılmamış koyun demektir. Pazara koyun getirenler bazen hayvanı üç dört gün sağmadan getirirler ki koyunun memeleri şişsin sütü çok görünsün. Hal böyle olunca koyunu satın alan kişi aldanır ve eğer alıcı, koyunu alıp eve gittiğinde iki gün dolu dolu süt gelip üçüncü gün sütün aslında o kadar çok olmadığı açığa çıkarsa, böyle bir durumda “alıcı aldatıldığından dolayı koyunu iade etmekte muhayyerdir yani iade hakkı onda saklıdır ve koyunla birlikte bir sa’ hurma bırakmalıdır.” buyurur Efendimiz(s.a.v.).  Birçok imam içtihad noktasındaki bu hadisi duyduktan sonra hepsi birden belli başlı birçok noktada ortak kanıda oluyorlar. Mesela satıcı aldatmıştır ve satıcı bu cihette günahkardır. Alıcı ise aldandığından dolayı koyunu iade edebilir. Ama hadisin sonundaki “bir sa’ hurma versin” kısmı imamlar arasında görüş ayrılığına sebebiyet vermiştir. İmam ebu Hanefi: “Burada bir sa’ hurma vermek hükmü herkes için geçerli olamaz.” demiş. Birçok imam da bu noktada İmam ebu Hanefi’ye “olur mu öyle şey hadiste böyle beyan edilmiş” diye muhalefet etmiştir. İmam ebu Hanefi ise onlara neden olmayacağını şöyle açıklamıştır. O koyun bende üç gün kaldı, ben onu üç gün boyunca sağdım ama o üç gün boyunca da koyunu ben yedirdim, o zaman süt karşılığı neden hurma veriyorum, birinci sebep bu. İkinci sebep, hurmanın fiyatı şehirden şehre fark eder ve benim verdiğim hurma o süt parasına karşılık gelmeyebilir. Çünkü hurma bir ülkede çok ucuzken başka bir ülkede ithal edildiğinden çok pahalı olabilir. Bu ise İslam’ın adalet yapısına uymaz. Üçüncü sebep ise, keçide bir kilo süt iyiyken inekte bir kilo süt azdır. Benim pazarda aldığım hayvan günlük bir kilo süt veren keçi de olabilir, on kilo süt veren bir inek de. Böyle bir durumda ikisinin aldatılma karşılığı bir olmaz ve benim hangisini sağsam bir sa’ hurma vermem tazminatların dengeli olması kaidesine uymaz. O zaman böyle bir hadiseyi Resulullah(s.a.v.) bu şekilde çözmüş olabilir ama bu Efendimiz’in(s.a.v.) o vakaya hususi bir içtihatta bulunmasıdır, bu içtihat genellenemez. İmam ebu Hanefi bu kanunu camide talebeleriyle yaptığı müzakereler sonucu koyuyor ve insan böylesine derin içtihatları görünce şunu daha iyi anlıyor, fıkıh ilmi tıp ilmine çok benziyor. Çünkü fıkıh ilminde de tıp ilmi gibi bir alanda ihtisaslaşma, kesb kazanma var ama diğer alanları da ihmal etmeden. Mesela tıp ilminde kimisi böbrek, kimisi beyin, kimisi de kalp alanında hususileşir ama böbrekte ihtisaslaşan böbreği kurtarayım derken kalbi, damarları ve diğer organları da unutmaz çünkü unutsa hasta ölür. İşte İmam ebu Hanefi’nin yaptığı da tam böyle bir profesyonelliktir. Bir sa’ hurma meselesini ince ince tartarken diğer hükümlerin tamamını da aklında tutarak yapıyor bunu yani böbreği kurtarayım derken kalbi, damarları, beyne giden kanı unutmuyor.  Efendimiz’in(s.a.v.) ticarete atılma serüveni ilk nübüvvetle başlamaz. O(s.a.v.), önce dedesinin sonra da amcasının vasıtasıyla çok daha evvelinden tâ on iki yaşında ticaretin içine dahil olur. O’nun(s.a.v.) ufak yaşlarda ticarete atılmasının en büyük sebeplerinden biri bulunduğu bölgenin ahvalinin böyle olmasıdır.  Mekke yaklaşık 5.000 tane iç 7.000 tane de dış çevreden toplam 12.000 volkanik dağlarla örülü bir coğrafyadır. Böyle bir diyarda ziraat yani tarım olmuyor, tarımın olmadığı yerde hayvancılık da olmuyor. Onun için orada yaşayan insanlar mecburen ticaret yapıyorlar. Mekke hem dini bir merkez hem de ticaretin bel kemiği olması hasebiyle oradaki insanlar daha küçük yaştayken kendilerini kervanları ve ticareti öğrenir halde bulurlar. Efendimiz’in(s.a.v.) 21. göbekten dedesi olan Adnan’dan itibaren Mekke coğrafyasında ticaret güçlenerek devam eder. Beşinci göbekten dedesi Kusay’a kadar Mekkeliler bütün ihtiyaçlarını dışarıdan alırlar ama dedesi Kusay, oğullarını Yemen’e, Suriye’ye, Mısır’a, Necran’a göndererek büyük ticari bağlantıları kurar ve oradaki ticaret hacmini olabildiğince genişletmeye çalışır.  İşte Efendimiz’in(s.a.v.) dedelerinin bu mücadelesi sonucu Mekke ticareti Haşimoğlularına yani Efendimiz’in(s.a.v.) sülalesine geçer. Mekke’nin ticari bir merkez olmasının kader noktasında da muazzam bir isabeti vardır. Mekke ticaret merkezi haline gelmiş ve bütün fuarlar bu cihette orada oluyor. Kervanlar Mekke’ye geliyor. Bu durum tebliğin yayılmasına da ciddi etken oluyor çünkü o dönem bir insanın bir diyara haber ulaştırılabilmesi için internet, gazete, telefon hiçbirisi yok ve o dönemlerde bir diyardan öbür diyara haber göndermenin en kolay yolu ticarettir.  Mekke’ye o kadar ticaret kervanı geliyor ki beş ay sonra orada ne konuşulmuşsa dünyanın üçte biri bu haberleri duyuyor. İşte Mekke’nin ticari bir merkez olmasının bir hikmeti de Efendimiz’in(s.a.v.) nübüvvetinden beş ay sonra dünyanın üçte birinin bu haberi duymuş olmasıdır. Zira ebu Zer el-Gıffar(r.a.) ta Gıffar’dan, Selman-ı Farisi(r.a.), Fars diyarından ve bu şekilde birçok sahabe farklı farklı diyarlardan bu haberlerden sonra gelirler. Demek ki Allah(c.c.), ticaret kervanlarını o döneme o kadar güzel bir şekilde kader noktasında denk getirmiş ki adeta bizim bugün kullandığımız Twitter’ın, gazetelerin, postaların işlerini ticaret kervanları yapmış. Hem de beş ayda dünyanın üçte birine duyuracak kuvvette.  Efendimiz(s.a.v.): “Ben Peygamberim bu elimdeki de hak kitaptır.” dedikten sonra orada onu inkâr eden adamların birçoğunun inkâr etmesinin temel sebebi, yine ticaret olmuş. O insanlar ticari rantım kesilir düşüncesiyle Resulullah’ı(s.a.v.) inkâr etmişler. Mesela Halit bin Velid’in(r.a.) babası Velid bin Muğire, ayetler indiğinde o ayetlerin hak kelam olduğunu ilk anlayanlardan birisi olmuş ama hemen: “Ben bunların doğru olduğunu anladım.” dememiş. Köşeye geçmiş hesap kitap yapmış. Hasbi davranmamış hesabi davranmış, adım atmamış geri durmuş: “Ben bu ayetleri kabul etsem gelecekte ne olur?” demiş. Aklınca hesap kitap yapa yapa bakmış ki ticaretine ket vurulacak. Hemen şer planların yuvası olan Darü’n Nedve’ye geçmiş ve: “Hayır bizim bu Muhammed’i durdurmamız şart! Yoksa geleceğimiz kararacak.” diye oradaki insanları organize etmeye başlamış. İşte onun gibi birçok insanın da Efendimiz’i(s.a.v.) kabul etmemesinin temel sebebi ticari rantlarına ket vurulma korkusu olmuş.  Mekke’nin ilk döneminde Allah Resulü’nü(s.a.v.) kabul etmeyen tüccarlar da var kabul eden tüccarlar da. Mesela Hz. Ebubekir(r.a.) çok iyi bir tüccar. Abdurrahman bin Avf(r.a.), Osman bin Affan(r.a.), Talha bin Ubeydullah(r.a.), ebu Ubeyde bin Cerrah(r.a.), eşi Hatice(r.a.) validemiz bunların hepsi Resulullah’ı(s.a.v.) doğrulayan esnaf ve tüccarlar. Efendimiz(s.a.v.) ticareti bir tebliğ argümanı olarak kullanmış ve ismini zikrettiğimiz bu güzide sahabeleri İslam’a kazandırarak tüccarların üstünden bir davet yürütmüş. O dönemlerde davete uymayanlar ise en çok: “Yetişin! Muhammed’i engelleyelim yoksa putlar elden gidecek.” diye bağırmış. Halbuki elden gidenler gerçekten putlar mıydı? Elbette hayır. Putların üstünden kazandıklarıydı ama onlar “Putlar elden gidiyor.” diye bağırıyordu.  İyi tüccar nasıl olur?  Kişinin sağlam bir imanı olmalı ki yeri gelince ticarette putlarını kırabilsin. Çünkü insanın karşısına eskiden müşriklerin yaptığı işler gibi ahvaller çıktığında: “100 de eksik koy ne olacak kim anlayacak, 100 gramdan bir şey olmaz.” dendiğinde tam orada putları kırmak için tevhid lazım, iman lazım. Yine iyi tüccar olabilmek için helal ve haram dengesini bilmek lazım. Tabi ki her insan helale harama dair her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilemeyebilir, işte o durumda da: “Kişinin şüpheli şeyleri terk etmesi dininin güzelliğindendir.” buyuran Efendimiz’e(s.a.v.) ittiba etmesi lazım. Mesela bir aile şirketiniz var, 3 kişi ortaklaşa gidiyor, aile şirketinizi büyütmek için faizle yeni bir araç alıyorsunuz ve sen diyorsun ki: “Benim diğer iki ortak istiyor, ben de onları kıramadım bu işe bulaştım, çektiğimiz kredi bana da faiz olur mu?” Oradan kazandığın lokma senin, evdeki hanımının çocuğunun boğazından geçmiyor mu? Yattığınız yatak o faiz parası ile alınmıyor mu? O zaman o faiz belası sana da bulaşacak demek.  Hz. Ömer(r.a.): “Dinde derinliği olmayan çarşımızdan alışveriş yapmasın.” diyor. Çünkü dinde derinliği olmayan, faiz ne vade ne bilmeyen ahiretinden olur. İyi bir tüccar olabilmek için diğer bir kriter ise yanlışa yanlış diyen sadık dostlarınızın yanınızda olmasıdır. Çünkü şakşakçı yani paran varsa yanında olan insanlar sen ne yapsan “Çok doğru bir karar.” diyecek her fırsatta seni alkışlayacak. Ama ahiretini düşünen sadık bir dostun olsa: “Yapma dostum, yapma ahiretimizi yakmayalım.” diyecek. Çünkü dost dediğin ahiret için yanandır yoksa öteki türlü dost, paranın dostudur. Paran varsa vardır, paran yoksa ışık hızından bile daha hızlı kaybolduğunu görürsün.  Aziz ve Celil Allah buyurdu ki: “İki ortaktan birisi diğerine ihanet etmediği müddetçe Ben onların üçüncü ortağıyım. İhanet olursa aralarından çıkar giderim.” Eğer insan bu şuurda olsa hem ticaretindeki ahlak hem de parayı kullanış şekli değişir ve der ki: “Madem ortak Allah Azze ve Celle, o zaman kırkta bir zekât böyle ticaretlere yakışmaz. Kırkta bir, cimri zekâtıdır. Hem kazanıyoruz, biriktiriyoruz ne için kullanacağız? İslam’ın inkişafı için olmayacak da ne için olacak? Bugün değil de hangi gün olacak?” Bir gün akrabaları Hz. Ömer’den(r.a.) gelip savaş ganimeti noktasında bir şeyler istiyorlar. Hz. Ömer(r.a.) onlara: “Bedir’in ashabı dururken size mi vereyim?” diyor.  Efendimiz(s.a.v.) Yesrib’e gittiğinde takribi 3.600 gün kalmış ve bu süreçte Yesrib’i Medine yapmış. Bu 3.600 günün 600’ünün savaşlarda geçtiğini düşünürsek Efendimiz(s.a.v.) kalan 3.000 günde Medine’de bir medeniyet inşa etmiş ve ilk inşaya da ismini değiştirmekle başlamış. Yesrib karıştırmak, zarar vermek manasına geldiğinden Resulullah(s.a.v.), menfi çağrışım yapan isimleri beğenmediğinden, Yesrib’i Medine’ye yani medeniyete çeviriyor. Allah Resulü(s.a.v.) Medine’nin pazarına geldiğinde Medine’de 1.000 tane Ensar var ve Resulullah(s.a.v.), 500 Muhacir ile geliyor, toplamda 1.500 Müslüman oluyorlar. Onların dışında ise 6.000 Arap, 4.000 Yahudi var.  Efendimiz(s.a.v.) böyle bir zorluğun içine gidiyor ve bu zorluk içerisinde teklifsiz tenkit asla yapmıyor. “Bizim niye buyumuz yok, niye şuyumuz yok…” dediği ne varsa onu yaptıktan sonra söylüyor. Zira İslam, dünyanın en büyük alternatifi ve Efendimiz(s.a.v.) bunu ameliyle defalarca vurguluyor. Müslümanlar Medine’de önce Mescid-i Nebevi’yi inşa ediyor, yanına da bir ev yapıyor. Daha sonra mescidin arkasına mektebi yani Ashab-ı Suffa’yı koyuyor ve böyle böyle medeniyetin inşası başlıyor. Tüm bunlar bitince Efendimiz(s.a.v.) Medine çarşısını gündeme getiriyor ve oradaki tüm insanları özellikle Müslümanları, Yahudilere bağımlılıktan kurtarıyor. Ondan sonra ise Medine’ye istihbarat, askeriye, zabıta ve daha nicesini getiriyor ve böylelikle bir medeniyet inşa ediliyor.  Efendimiz(s.a.v.) o dönem elli iki maddelik Medine Vesikası diye bir şey çıkarıyor, bu vesikaya tarihte ilk yazılı anayasalardan bir tanesi diyebilirsiniz. Bu anayasa ile Efendimiz(s.a.v.); Müslümanlar, Araplar ve Yahudiler arasındaki hukuku düzenliyor. Hatta Yahudiler birini buldu mu kanını öyle emiyor ki, Yahudi’nin biri ticarette diğer Yahudi’den bile iki kat para aldığından dolayı onlar arasındaki hukuku bile düzenliyor. Bu yüzden Müslümanların nüfusları az bile olsa ortaya böyle bir adalet konulduğunda hiçbiri hayır diyemeyeceğinden dolayı 10.000 kişilik nüfus 1.500 kişilik Müslüman toplumun ortaya koyduğu anayasayı kabul ediyor.  İşte bunu sağlayan şey adalettir. Demek ki bizim temelde ticaretle birlikte konuşmamız gereken diğer bir mesele de adalet meselesidir. Çünkü bir kul kendisiyle Allah(c.c.) arasındaki ilişkiyi tevhidle, kendisi ve toplum arasındaki ilişkiyi ise adaletle sağlar. Yani senin tevhidin arttıkça Allah’la(c.c.) arandaki ilişki artacaktır, ziyadeleşecektir; adaletin arttıkça da toplumla irtibatın artacaktır, enginleşecektir ve insanların böyle bir davete karşılıksız kalmasının imkânı yoktur. Eğer biz bunu bugün gösterebilsek bütün dünya şunu anlayacak: Dünyanın tek alternatifi var o da İslam.  Medine’de çarşı, altın, faiz, deri işletmeciliği üç Yahudi kavim üzerinden dönüyor. Bunlardan Beni Kaynuka kuyumculuk ve faizcilik, Beni Nadir tarımcılık ve özellikle hurma piyasası, Beni Kurayza ise dericilik yapıyor. Yahudiler kalan yerleri ise Araplara çok yüksek kiralara veriyor. Bu hali gözlemleyen Efendimiz(s.a.v.): “Bu iş böyle gitmeyecek. Bizim bunların pazarına alternatif pazar kurmamız lazım.” diyor. Allah Resulü’nün(s.a.v.) yaptıklarına baktığımızda giriştiği mücadelede hep alternatif yol oluşturduğunu görüyoruz. Efendimiz’in(s.a.v.) pazar kurma isteği üzerine ticareti iyi bilen muhacirlerle ziraatı iyi bilen ensar bir olup hemen alternatif bir pazar kuruyor.  İlk çarşı Bakuyyuz Zübeyir’de kuruluyor ama ertesi gün Kab bin Eşref gece gelip çadırların iplerini kesiyor, ateşe veriyor. Efendimiz(s.a.v.) sabah uyanıyor bir bakıyor ki kurduğu pazar yerle yeksan olmuş. Durum karşısında tebessüm ediyor ve: “Demek yaptığımız iş doğrudur.” diyor. Kab bin Eşref, pazarı yerle yeksan edince Efendimiz(s.a.v.) hemen birisinden arsa satın alıyor, iki tane devenin karşılıklı geçebileceği şekilde yolları kendisi belirliyor. Pazar yerini: “Vergi yok, sabit pazar yeri yok, ilk gelenindir.” diye veriyor. Çünkü tekelleşmeyi engellemek istiyor. Ondan sonra pazar yeri öyle bereketleniyor ki çok kısa bir süre sonra ticari üstünlük Müslümanların eline geçiyor.  Efendimiz’in(s.a.v.) aldığı pazar yerinde kabirler var ve o bu şekilde: “Ölümü düşün ey Müslüman! Ticaretine zeval verme, aklına şeytan girmesin, girdiği anda bak dibinde kabir var. Bunların hesabının olduğunu bil, öyle davran.” mesajı veriyor. Devamında Efendimiz(s.a.v.) faizi kaldırıyor ve stokçuluğa yaptırım uyguluyor. O dönem Rume kuyusu Yahudilerin elinde ve Yahudiler kuyudaki suyu Müslümanlara para ile veriyor. Efendimiz(s.a.v.) hiçbir yere bağımlı kalmaktan hoşlanmadığından oranın satın alınmasını istiyor ve Mescid-i Nebevi’nin ilk yılları bir konuşma yapıyor. “Kim cennet karşılığında Rume kuyusunu satın almak ister?” diyor. Osman bin Afvan(r.a.): “Ben alırım.” bile demeden direkt alıyor. Hz. Osman(r.a.), su kuyusunun sahibi olan Yahudi ile pazarlığa giriyor. “Şu su kuyusunu almak istesek ne kadara olur?” diye soruyor.  Yahudi: “Kuyuyu sana satmam” deyince Hz. Osman(r.a.) da: “O halde yarısını sat bana.” diye karşılık veriyor. Adamı satmaya böylelikle ikna ediyor. Sonra fiyat için pazarlık başlıyor. Adamın: “Tamamı için elli bin dirhem.” demesi üzerine pazarlık ede ede en son kuyunun yarısını on iki bin dirheme alıyor ve aralarında, kullanım hakkı bir gün Hz. Osman’da(r.a.) bir gün Yahudi’de olacak şekilde anlaşıyorlar. Daha sonra Hz. Osman(r.a.) gidip hemen Müslümanları haberdar ediyor: “Sizler benim su kuyusuna sahip olduğum günde suyu çekin ama Yahudi’nin su kuyusuna sahip olduğu günde sakın parayla almayın.” diyor. Müslümanların hepsi de buna “tamam” diyor. Aradan zaman geçiyor, kuyunun yarısına sahip olan Yahudi para kazanamaz oluyor. Hz. Osman’a(r.a.) gelip: “Durum böyle böyle sen kuyunun diğer yarısını da al.” diyor. Hz. Osman(r.a.): “Olur alırım. Ne kadardı?” diye soruyor. Yahudi: “12 bin dirhem.” deyince Hz. Osman(r.a.): “Olmaz o önceki fiyattı.” deyip en nihayetinde kuyunun kalan yarasını da 8 bin dirheme alıyor. Böylece Hz. Osman(r.a.) 50 bin dirhemlik kuyuyu 20 bin dirheme almış oluyor. Kuyuyu Müslümanlara vakfediyor.  O dönem yine Efendimiz’in(s.a.v.) ticarete hediye ettiği bir kurum var, “Hisbe Teşkilatı” zabıta benzeri bir yapılanması var. Bu teşkilatta görevli olanlar çarşıda, pazarda insanların ticaretini denetliyorlar. Efendimiz(s.a.v.) bir dönem muhtesib olarak Hz. Ömer’i(r.a.), başka bir dönem Abdullah bin Said’i Medine çarşısı için, fetihten sonra ise Said b. Âs’ı Mekke çarşısı için görevlendirmiştir. Ayrıca Efendimiz’in(s.a.v.) iki hanım sahabeyi de çeşitli zamanlarda bu alanda istihdam ettiğini görmekteyiz. O hanımlardan bir tanesi Şifa bint Abdullah, bir diğeri ise Semra bint Nüheyk’tir.  Muhtesibler çarşı pazarda neleri kontrol ediyorlardı, görevleri neydi?

  1. Çarşı ve pazarın genel nizamını kontrol etmek.
  2. Fiyatları kontrol etmek.
  3. Ürünlerin kalite kontrollerini yapmak. Islak hurma altta mı üstte mi? Kurusu nerede, onlara bakmak ve sürekli: “Aldatan bizden değildir.” hadisini hatırlamak. 
  4. Ölçü ve tartıları kontrol etmek. “Ölçek, Medine’nin ölçeği, tartı ise Mekke’nin tartısıdır.” 
  5. Neceşe yani müşteri kızıştırmaya engel olmak.

Veda Haccı’nda bir hanım sahabe, Efendimiz(s.a.v.) Safa Tepesi’nden inerken soruyor: “Ya Resulallah, ben bir malı satarken malın ederi on iken on beş istiyorum. Bir malı alırken de malın ederi onsa da beş teklif ediyor en son 7-8’e alıyorum. Bu yaptığım doğru mu?” Efendimiz(s.a.v.), kadını bu yaptığına karşılık: “Sakın sakın böyle yapma.” diye uyarıyor. 

  1. Çok ve gereksiz bir şekilde yemin edenleri uyarmak.
  2. Haram kılınmış malların alım ve satımını engellemek.

Hilfü’l Fudul (faziletli sözleşme, erdemliler hareketi) Efendimiz(s.a.v.) 20, Ebubekir(r.a.) 18 yaşında iken Yemen’den Zebidî isminde bir tüccar malını satmak için Mekke’ye getirir. Mekke’nin ileri gelenlerinden As b. Vail, Zebidî’nin mallarını alır fakat parasını ödemez. Adam, Safa Tepesi’ne çıkıp: “Ey Mekkeliler hiç mi içinizde adil adam yok!” diye bağırır. Bu çağrıya ilk icabet eden Efendimiz’in(s.a.v.) amcası Zübeyir ibni Abdülmuttalip olur ve buna binaen faziletli insanlar bir araya gelerek Hilfü’l Fudul isminde bir sözleşme yaparlar. Efendimiz(s.a.v.) ilerde bu antlaşma için: “Ben bir şerefli anlaşmaya davet edildim, şimdi de çağırılsaydım yine giderdim.” buyurur. Bu antlaşmanın maddeleri,  1. Kim olursa olsun, mazlumsa, hakkı gasp edilmişse, onun yanında yer alacağız. 2. Mazlumun yanında zalimin karşısında yer alacağız. 3. Hira Dağı yerinde durdukça verdiğimiz söze sadık kalacağız. Borç yiğidin kamçısıdır  Efendimiz(s.a.v.) insanları borçtan öyle bir sakınmış ki: “Allah’ım küfre düşmekten ve borca düşmekten sana sığınırım.” demiştir. Bir dönem Efendimiz’den(s.a.v.) bazı kişilerin cenaze namazını kıldırmasını istediklerinde Efendimiz(s.a.v.) borcu olmayan kişinin cenaze namazını kıldırıyor. Borcu olup borcunu karşılayacak mal varlığı olan kişinin cenaze namazını da kıldırıyor ama hem borcu olup hem de borcunu karşılayacak mal varlığı olmayan kişinin cenaze namazını kendisi kıldırmıyor.  Efendimiz(s.a.v.) bir gün cenaze namazı kıldıracakken kişinin borçlu olduğu öğrenilince ebu Katade o kişinin borcunu üstleniyor ve Efendimiz(s.a.v.) ancak ondan sonra o kişinin cenaze namazını kıldırıyor. Hatta Efendimiz(s.a.v.) cenaze namazından hemen sonra ikindi namazında ebu Katade’ye soruyor: “Borcunu ödedin mi?” “Hayır.” diyor ebu Katade. Efendimiz(s.a.v.) akşam namazında tekrar soruyor yine “Ödemedim.” cevabını alınca: “Öde de adam cennete girsin, borcunu ödemediğin için kapıda bekletiliyor.” diyor. 

Yazar : Mehmet Yıldız

EN ÇOK OKUNANLAR

SON EKLENENLER

BENZER MAKALELER